Monday, December 14, 2009

yuvaya dönüş

acı tatlı kısa ama güzel oldu fssdb. ama bizi evi özledik, eski ekibi topladık, HDBY'a döndük, ordan devam.

Sunday, November 22, 2009

Eski ekibi yeniden toplasak mı?


Herbert abimle arada bir bankis in parlak zamanlarını anarız. Kolay değil, 2 yılda onlarca yazı yazdık, yüzlerce yorum aldık, binlerce yorum bıraktık ve en önemlisi kaç tane arkadaşlık kurduk. Bazıları sanal arkadaşlıktan da öteye geçti, yüzyüze görüştük, kaynaştık. Neyse...


Acaba diyorum, hazır TGM İstanbul'a taşınmışken, melontheroad yoldan çıkıp evinin kadını olmuşken ve biz Herbert ile radyoson'u layıkıyla götüremiyorken ekibi tekrar toplasak nasıl olur? Yeni fotoğraf bile çektirirz hem. Ne dersiniz Melo? Herbert? TGM?

Tuesday, October 27, 2009

How to Lose a Guy in 10 Days

Amerikan filmleri bize uymaz arkadas. Neymis 10 gunde hatun oyle seyler yapacakmis da erkegi kaybedecekmis. Ornek olarak verdigi ney? Herifin aletine Prenses Sofya diye isim takmak, evini kendi tarzina gore duzenlemek falan filan. Yahu bizim kizlar 10 gunde herifin evine girmez bile.

Bir Turk kizinin herifi elinden kacirmasinin en iyi yolu 10 gunde iki kere "iliskimiz nereye gidiyor berkecaaaaan?" diye sormaktir bence.

Friday, October 23, 2009

Facebook


Facebook uzun süreden beri eski Facebook değil, bambaşka bir şey oldu. Sanki tüm interneti içine topladı herifler. MSN'in yerini Facebook Chat aldı, e-postaya ek yapılan fotoğraflar Facebook'a yüklenir ve "tag"lenir oldu ve videolar YouTube yerine Facebook video üzerinden paylaşılıyor


Ülen tüm bu olanlar neye işaret, nereye gidiyor bu dünya diye düşünürken cevabımı Wired dergisinin Temmuz sayısında buldum.


Meğerse Facebook'çular interneti ele geçirmeye çalışıyorlarmış. Şu an Google'ın olduğu yere geçip insanların internete çıkış kapısı olmak isterlermiş. Bunu yapabileceklerine dair inançlarının dayanak noktası ise kullanıcıların doktor bulmak, en iyi fotoğraf makinesini satın almak ya da seyahat edecekleri ülke hakkında bilgi almak için Google'ın algoritmalarına dayalı arama sonuçları yerine tanıdıklarının yaptıkları, yazdıkları ve önerdikleri şeylere başvurmayı tercih edecekleriymiş.


Bu söylediklerini yapabilmek için Facebook Search'ü daha kullanışlı hale getirmeye çalışıyorlar ve arkadaş paylaşımları içinde arama yapılabilmesini sağlamak istiyorlarmış. Sanırım çok yakın zamanda "Status Update"ler içinde arama yapabileceğiz. Örneğin Facebook Search'ten "göz doktoru" diye arattığımızda Horatio: göz doktorundayım böhüüü status update'ini görüp Horatio'ya "Oo Horatio'cum geçmiş olsun, bizim de bi göz doktoruna gitmemiz gerek seninkini tavsiye eder misin?" diye sorabileceğiz.


Facebook'un bu şekilde ataklarla yaygınlığını ve kullanım oranını arttıracağı kesin, ancak Google da boş durmuyor, Google Docs, Books, Chrome tarayıcısı, Android işletim sistemi gibi ürünlerle kendini başka bir noktaya taşıyor.


Makyaj odasi

Suzan Kardes kimdir bilmiyorum. Guzel sarki soyledigi rivayet ediliyor. Ben pek begenmedim ama asagidaki album guzel.

Suzan Kardeş - Makyaj Odası Şarkıları

1. Suzan Kardeş - Gelem Gelem


2. Nejat İşler - Hancı
Albumdeki en iyi sarki bu. Nejat Isler'in sesi ne guzelmis yau!



3. Demet Akbağ - Çayuriye (Olanlar Oldu Bana)
Demet Akbag'in sarki soyleyisi album ortalamasinin ustune.



4. Yasemin Yalçın - Taht Kurmuşsun Kalbime
Bunu pek begenmedim.



5. Cem Yılmaz - Ah Bu Gönül Şarkıları

Cem Yilmaz'in sesi bence cok guzel, ama hala bir urkeklik var uzerinde. Mazhar Alanson - Psikopat duetinden sonra bu sarki da cok iyi.


6. Halil Ergün - Kırmızı Gülün Alı Var

Halil Ergun'den bu sarkiyi dinlemek guzeldi.


7. Haluk Bilginer - Sen de Başını Alıp Gitme Ne Olur

Haluk Bilginer'i cok sevdigimden kendisinden daha iyi bir seyler beklerdim.


8. Olgun Şimşek - Ellerim Bomboş
Albumdeki en ozgun yorum diyebilirim. Olgun Simsek, arabesk tarziyla dokturmus.



9. Oya Başar - Dom Dom Kurşunu

Oya Basar maalesef ortalamanin altinda kalmis.


10. Yılmaz Erdoğan - Telli Turnam
Yilmaz Erdogan yanik yanik okumus turkuyu, cok sevdim.



11. Meltem Cumbul - Beyaz Giyme Toz Olur

Meltem Cumbul guzelce fisildamis mikrofona sanki.


12. Şebnem Dönmez - Yovano Yovanke 13. Özgü Namal - Saoroma (Hıdırellez) / Ederlezi
Ben bu kadin yorumlarini begenemedim ya nedense.

14. Güven Kıraç - Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş

Bu da gayet iyi, sarkiyi da cok severim, Guven Kirac da guzelce soylemis agzina saglik.

15. Erkan Can - Küçelere Su Serpmişim

Bu da en sevdigim sarkilardan oldu, alip goturuyor.

16. Fikret Kuşkan - Pıkmasparı (Kuzgun)

17. Sezen Aksu - Eğreti Gelin
Sezen Aksu'ya diyecek bir lafim olmaz, olamaz.


18. Suzan Kardeş - Huysuzsun... Arkamdan Tas Tas

Thursday, August 13, 2009

aşılı kaldım bir ipin ucunda

http://www.helpyourautisticchildblog.com/wp-content/uploads/2009/03/vaccine.jpg

bir şey çok kolay olduysa bilin ki bir müddet sırtınız duvara dayalı gezmenizde fayda var. özellikle de benseniz. çünkü bilirim ki işim rast gittiyse, ulu manitunun canı sıkılmaktadır ve o bana asap sokacağı yağlı kazığın budaklarını temizlerken benim rahatlayıp gevşememi istemektedir.

 geçen hafta pasaportumu uzatmak ve sarı humma aşısı olmak için işten izin istedim. daha önceki tecrübelerim ve genel önyargılarımdan pasaport biriminde bir iftar çadırı havası bekliyordum. emniyetin kapısına vardığımda hiç de yanılmadığımı gördüm. bilinçaltımın en ücra noktalarına iteklediğim askerlik muayenesi sırası anılarını tetiklercesine bir erkek yoğunluğu yumruk olmuş emniyetin kapısından sekiyordu. yine iç çamaşırına kadar soyunup ayak tabanımı gösterecek miyim hezeyanlarıyla soğuk soğuk terlerken, yanımda duran sivilceli genç "senin de mi alışveriş merkezi?" dedi. sabahın o saatinde afyonu hala geri sayımda olan bünyem bu soruya boş bakışlarla cevap verebildi. "özel güvenlik belgesi almaya gelmedin mi" diye sabah sabah benden ümidi kesmeden sordu sivilceli genç. ulan önce silahımı istediler, şimdi kesin güvenlik görevlisi bu diyorlar, allah kahretsin bu sert vahşi karizmamı diye içimden geçirerek "yok ben pasaport için geldim" dedim. yanlış kuyruktasın pasaport için sıraya gerek yok direkt gir dedi. sivilcesinin ağzıma patlayacağından korkmasam öperdim kendisini ama sert vahşi karizmama sığdıramadım.

 pasaport kısmı ise gayet sakindi, kol gibi harcımı nakit olarak yatırdım, görevli parmak izimi almak için parmaklarımı tek tek oklavayla scanner'ın üstüne açtı. yalnız afacan scanner sağ serçe parmağımı okumamakta ısrar edince baya bir güreşmek durumunda kaldık. neyse o da bitti, belgeleri verdim, 2 gün sonra gel dediler ve hepsi 45 dakika içinde bitti. gayet şaşkın çıkıp taksiye atladığım gibi karaköyde aldım soluğu. yolda taksicinin yandan gelen arabayı biçeyazması dışında bir vukuat olmadı. iskelenin hemen yanındaki Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü'nü de kolayca buldum. İçeride sadece 2 tane güleryüzlü görevli vardı. aç sol omzunu komutunu aldım, takım elbise giydiğim için biraz zor oldu. sibel can'la bo derek arasında gidip gelen bir pozla metanet içinde iğnemi bekledim. O da fazla bekletmedi, görevlinin de eli pek hafifti zaten. doktor bey de gayet nazik bir sürü bilgi verdi, üstüne para falan da almayıp yolcu ettiler beni. mutlaka bir terslik var diye arkama baka baka çıktım. ama yoktu. ya da bana öyle geldi.

 neyse efenim hafta sonu küçük bir sahil kaçamağı yaptık. arkadaşların dürtüşüyle aşı yerimde kocaman GS forması renginde bir morluk olduğunu fark ettim. hickey aslında o dediysem de o boyutta bir hickey bırakacak kadını bulmak zor olduğundan yemediler. fazla üstünde durmadım bende.

 ama hafta içi böyle hafiften gelen soğuk terler, ateş, baş ağrısı derken noluyoruz dedim. bir sabah kalktım ki sanki kafam büyümüş de beynim aynı kalmış, nereye dönsem beyin şap diye o tarafa düşüyor (ağrı tarifindeki yaratıcılığım babamdan geliyor. onunda sol böğründen giren ağrı vücudunda roller coaster turu attıktan sonra sağ parmağından çıkar). neyse birimi aradım interneti aradım olay şuymuş:

 "Sarı humma aşısı canlı-attenüe olup tek doz parenteral uygulanmaktadır. Aşının en sık yan etkisi %10 olguda görülen 4-7. günlerdeki ateştir."

 ben de tabii ki %10 luk gruptayım, yaşasın azınlıkların özgürlüğü. ayrıca ayağım takılsa fırsattan istifade eden şerefsiz herpes virüsüm de bu fırsatı kaçırmadı ve dudağımın 90 köşesine taktı uçuk golünü.

 

neydi çilem.


Thursday, August 6, 2009

ne güzel toolumuzsun sen onenote abla

http://www.hal-pc.org/journal/2005/05_jan/OneNote.jpg

Eskide kaldı bin tane word dökümanının kalabalığı, text dosyalarının kifayetsizliği. Bas win+N'ye al notlarını paşa paşa klase et. Tabletim olmasa da mouseumla çiziyorum cin alileri, akış çartlarını. Microsoft'tan çıkan tek iyi şey excel değilmiş dedirtti bana.

Yalnız şu satırları yazarken bir ofis aracına ne saçma şekilde sevindiğimi fark ettim. Hayatı sorguluyorum dönücem..

Thursday, July 16, 2009

Dunya turu falan filan

Gencin biri daha kendini yollara vurmus.

Hic anlamiyorum bu dunya turu yapanlari. Bunalimdalar midir nedir? Neden kacmaktadir? Isterse dunyanin obur ucuna gitse kendinden kacamayacagini bilmemekte midir?

Turklere uymaz arkadasim dunya turu filan. Biz yerlesik hayati severiz. Tatil nedir bilmeyiz. Bildigimiz saniriz ama gider Marmariste su kenarinda yatmayi tatil belleriz, "ay sekerim hillside suya gittik pek romantikti boyleee bembeyaz" demeyi severiz.

Yazacam disisleri bakanligina boyle kendi yola vuranlari sinir kapisinda toplasinlar, dunya turuna ayirdiklari sure kadar askerlige gondersinler...

Caglayan efendinin dunya turu

Saturday, July 11, 2009

nine


Friday, July 10, 2009

son of a gun

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde herbertin yolu karadenize düşmüş. Kalacağı oteli güç bela bulan herbert otele girerken kapıdaki metal dedektörü ötmüş:

<düüüt>
Güvenlik: silahınızı alabilir miyim beyfendi
<Southpark sessizliği>
Herbert: neyimi?
Güvenlik: silahınız. otelde kaldığınız süre sizin için saklayalım
(Herbert iç ses: kravatı çıkarınca kenan imirzalıoğluna benziyorum, delikürek oluyorum, adam da haklı tabii)
Herbert: belki anahtar yüzünden öttü silah olduğunu nerden çıkarttınız
Herbert'le beraber gelen kişi: sorun değil herbert bey bırakın nolacak <çıtonk> (metal silahın mermer yüzeye kavuştuğunda çıkarttığı ses)
< silaha bakarken geçen southpark sessizliği>
<düüüt>
arkadan gelen tanınmayan üçüncü şahıs: silahı nereye teslim ediyoruz <çıtonk>
< dumur uçurumlarında yankılanan southpark sessizliği >
herbert: ben biraz acele çıktım almamışım benimkini yanıma <tıkırt> (mermer yüzeye düşen zavallı anahtar)

gökten üç kurşun düşmüş..

Wednesday, July 8, 2009

Tercih Meselesi

Uzuuunca bir süreden sonra yine şehir dışı görevdeyim. Akşam valiz toplarken aynı sıkkın his, sabah takım elbiseyle uçakta aynı sıkkın his. Yalandan pazarlıkla anlaşıp, uçakta el bezi kırışıklığına kavuşmuş gömleklerimi daha da kırışmasın diye özenle astığım taksiyle hızla giderken; kuzey avrupalı olduğu sarışınlığının her halinden belli olan, sırtında çantası vb. ile tam bir dünya gezgini klişesi bir bisikletlinin yanından geçtik. Bi tuhaf his, tercihleri sorgulama değil de sonuçlarına katlanma.

Wednesday, July 1, 2009

PSP alacaksaniz...


Su kisa omrumde hic bir sey ogrenmediysem sunu ogrendim: Elektronik alirken hic acele etmemek gerekir. Ama ben begendigim bir oyuncagi gordugumde ona sahip olma hissiyati oyle kuvvetli cikiyor ki, cok uygunsuz bir zamanda, namusait bir butcede ve oyuncak hakkinda cok az bilgiye sahipken bile satin alabiliyorum.

PlayStation Portable ile de boyle oldu iste.

Gittim en son modelini bi ton para verip aldim. Arastirmadan etmeden. Sonra aci gercekler suratima bir bir carpti.

En acisi benim aldigim en son modele (3000 serisi) ucuncu parti uygulamalarin yuklenilemiyor olmasi. Yani Sony ne sunuyorsa o. Bu durumun gecmisi de soyle: Sony 1000 serisi PSPleri cikardiginda Dark Alex adindaki bir hacker kardesimiz, PSP'nin yazilimini kirip ucuncu parti uygulama yuklenebilir hale getirmis. Ucuncu parti uygulama demek yararli bir cok ufak program anlamina geldigi gibi korsan oyun yuklemek anlamina da geliyor. Bu arada PSPlerin oyun calistirma sekli, UMD (Universal Media Disc) denilen ne idugu belirsiz bir disk formatina kaydedilmis oyunlari satin alarak oluyor. Dark Alex hunerini sergileyince UMD'ye gerek olmadan, oyunun kendisi hafiza kartina kopyalarak oynanabilir hale gelmis. Sony 2000 serisini Dark Alex'in kirdigi butun aciklari gidererek cikarmis ama Dark Alex bu yazilimi da kirmis. 3000 serisine geldiginde Sony tekrar butun aciklari yamamis ve Dark Alex de su ana kadar kirilmis bir cihaz yazilimi piyasaya surmemis. Soylentilere o ki Sony Dark Alex'in cep harcligini vermeye basladigindan 3000 serisine bulasmiyormus.

Son moda teknoloji planetlarda eski serilere rastlanmazken, elektronik urunleri satan carsilarda 2000 hatta 1000 modellerini gormek mumkun. Her ne kadar daha kalin, goruntu kalitesi daha kotu vb. de olsa aleti Sony'nin sundugu imkanlarin disarisinda kullanabilmek icin bu modeller tercih ediliyormus. Fiyatlari da 3000e gore neredeyse yari yariyaymis.

PSP alacaklara duyurulur...

Friday, June 26, 2009

bilinmeze moonwalk



yaşlandık mı?

Thursday, June 18, 2009

The International

Dusuk belli pantolon giydikten sonra "aman belim acilmasin, tangam gorunmesin" endisesiyle bluzu cekistirmek uluslararasi bir sendrommus arkadas!

Thursday, June 11, 2009

Schopenhauer'in sacmalamalari

2005'in yazinda aldigim Arthur Schopenhauer'in "Yasam Bilgeligi Uzerine Aforizmalari"ni bugun bitirebildim.

Basliktan baska bir yorum yapmayacagim.

Ruhuna el fatiha

Sunday, May 31, 2009

zor işler bunlar


Efendim bizim hanım merak ettim şu filmi bi indir demişti yazlığa gitmeden önce, kısmet olmadı tek başıma seyrettim. İyi başlamış esasen ama sonra hollywood mutlu sonuna bağlarım diye çok fena saçmalamış. Scarlett'in boynuyla beli arasındaki bölgeyi hariç tutarsak ziyadesiyl sıkıldım.

Ama bana şunu bir daha hatırlattı ki yaş 25'i aştı mı yeni ilişkilerde kontrol ibresi kadından erkeğe kayıyor. Efenim üniversitede ya da lisede tempra bagajı gibi havadaki kıçlar zamanla gayet yere iniyor. Her biri birer küçük prenses olan, kendisine prens albırttan azını layık görmeyen bu kızlarımız yaş 27-28 ve hala çocuk yoksa feysbukta eski redlerine "ah canım neydi o eski güzel günler" mesajları yolluyor. Beter olun :) yaşasın kadınları kapımıza düşüren biyolojik saat :)

Ama konuyu ele alış sitilleri bizden farklı. Bir iki kez aradığı kızdan cevap alamayan erkek, en kötü arkadaşıyla meyhaneye gider, geceyi "zaten orospuydu o" ana fikriyle noktalar ve sonraki kızda şansını dener. Kadınlar öyle değil. En ince detay dönüp dönüp defalarca didikleniyor, duruşlar bakışlar analiz ediliyor, bunalımlara giriliyor çıkılamıyor. Bu yüzden de hepsi sex and the city'e bayılıyor.

Ama işte bizde böyle bir dizi yapmak değirmen taşı gibi döt ister. Bir ara yerli versiyonunu çekmeye başlamışlardı, deniz akkaya ve cansu dere vardı. Ama içimizdeki perihan abla kültüründen uzaklaşmayınca çok fena patlamıştı elde. Bizim kızlarımız boşluktalar yani bu yüzden. Bu yazıyı yazarken araştırdığım kadarıyla onlar çareyi internette arıyorlar. O da pek olmamış mamafih.

Benim bu kızlara naçizane tavsiyem, şahsımı gülmekten anırtan, keri bıredşovun yerli ve daha az politically correct versiyonu:
kim lan bu hayatımın erkeği

.

yaz bekarı


Bizim hanım yazlığa gitti, bir aydır ev bana kaldı. Yalnız yaşamak o kadar da kötü değilmiş aslında. Yine de insan akşam işten gelince terliklerini verecek, önüne bir kap guacamole koyacak birini aramıyor. değil. Bir de yalnız yaşamanın şöyle kötü bir yanı var, kapı kapandıktan sonra insanoğlunun ulaşmak için binlerce yılını harcadığı medeniyet seviyesi resetleniyor. Yani yargılayacak kimse olmayınca masanın üstünde kot pantolon olması veya salon sehpasının üstünde mutfak dolaplarından daha fazla kap kacak olması o kadar saçma fikir gibi görünmüyor. Temizlikçi kadın aynı fikirde mi bilemem tabi.

bir yandan da işte durumlar baya değişti. Eskiden kendi zamanımı kendim belirlerdim. Şimdi öyle değil aynı anda 3 farklı yerde olup 5 farklı işi yetiştirmem gerekiyor. Sabah içeri girdiğim andan akşam kendimi kapıya attığım ana kadar sürekli bir koşuşturma halindeyim. 3 farklı başlıkta çalışıyor olmak da 3 farklı ekip, 3 farklı zamanlama ve deliksiz bir outlook ajandası demek. öyleki toplantı için arayanlara 2 hafta sonrasına randevu verebiliyorum. Telefonumda sürekli cevapsız çağrılar, inboxımda birikmiş mailler var. Ama enteresandır eskisinden daha mutluyum. İnsanoğlu tuhaf hakikaten.

Sosyal hayat da ilginç bir şekilde canlandı, nerdeyse her akşam bir şeyler yapıyorum. Baharda İstanbul başka gerçekten.

Durum böyle olunca da blog üvey evlat oldu. Kaç yüz milyon kere bir şey yazayım diye açıp acil bir işle beraber geri kapattım bilmiyorum. Ama söz vakit yaratıp yazıcam.

Thursday, April 16, 2009

ev arayana sözlük


ev arıyorum a dostlar. ne zor işmiş. emlakçıya kaptırdığın eliniz, kol ve bacak olarak yine emlakçıya geri dönüyor. neyse ki internet var da bazı evleri resimlerinden bakıp eleyebiliyorsunuz. ama kesin bir kural var ki fotoğraf her şeyi olduğundan büyük gösteriyor (hımm aklımda bulunsun bu). bu ilanları inceleye inceleye ayrı bir dil olduğunu fark ettim. ilanlardaki standart kelimelerden bir sözlük yazmadan da olmaz dedim:

sirin: ev diyoruz ama aslinda degil. hepsini birlestirsen normal bir evin banyosundan hallice olacak. ama biz duvarlari kevaşe lilasına boyadik. alcidan zeki muren tarzi ışık aplikleri yaptik. ortaokul ogrencisi bir kizin zevkine uygun hale getirdik. zaten sirin derken de sevimli manasinda degil sirinler koyundeki evleri kast ettik ilham kaynagi olarak.

kutu gibi: bilinen mantik sinirlari dahilinde ancak kopek kulubesi olarak adlandirilabilecek bu mezbeleyi sana ev olarak itelemek niyetindeyiz. hazir misin. kasma fazla kasma

sipsirin kutu gibi: run forest run

keyifli bir daire: şimdi ev o kadar silik ki uygun sıfat bulamadık. şirin desek değil, kutu desek yanlış anlayacaksın. ya balkonunda yarı yıkık bir mangal çakması barbekü vardır, ya da balkondan sarkınca 1 cm2 büyüklüğünde bir leke olarak deniz görülebiliyordur. daha büyük ne keyif olabilir ki?

kaçırılmayacak fırsat: ev elimizde patladı

bakım istemez: 1 kat boya var duvarda, mutfağa da 3. sınıf mdf dolap koyduk. fiyatı ikiye katladık. adam olana çok bile bu bakım.

okasyon: koseyi donunce meshur bir cami/okul/avm var ve bu sana 50bin papele malolacak ahbap. ayrica o koca kicin zenci ve yere cok yakin

yatirima uygun: simdi bu iki farli durumda kullaniliyor.
  1. it baglasan kimlik bunalimina girer. konut basligi altina koyduk tamamen terbiyesizligimizden. eve son çivi cakildigi sene ahu tugba karda donuyodu da kayak hocasi ciplak soyup karla ovmustu, sonra agzindan opmustu, bildin mi o filmi. hah iste onun cekildigi sene. banyo testere 6'nın seti olarak çekinmeden kullanılabilir, mutfak duvarlarında paleontolojik çağdan kalma çok kıymetli duvar resimleri var, mamut kovalayan adamlar falan. oyle gostermelik temel atma torenleriyle duzelmez bu ev agir sanayi hamlesine girismen lazim.
  2. içerde bir kiracı var, çirkef sıçratmadığı kimse kalmadı. biz şirretinden kaçıyoruz sıra sende. artık vurur musun vurdurur musun tamamen senin cinai yeteneklerine kalmış.

bir de ev alma spor ayakkabi al. o kadar cok yurudum ki su son birkaç gunde ayaklarım dile geldi küfür ediyor. bir de ustune benim gibi yokuslu bir semt sectiyseniz ebenizin hiç tanışmadığınız uzuvlarıyla muserref olmaya hazir olun. hele hele butceniz trilyorlar icermiyor ama oyle giris katinda oturmam snoblugundan da odun vermiyorsaniz, cezaniz uc tane asansorsuz 5. kat daireyi ust uste gezmek. toşbillere yan bastiniz.

ozet olarak henuz istedigim daireyi bulamadim ama baldirlarimin yaptigi fazla mesai sayesinde bir elmanin iki yarisi gibi dipdiri bir kicim oldu. sipsirin.


Sunday, April 12, 2009

Instantes

ANLAR - Jorge Luis Borges
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, 
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM.

old man

İzlerim diye bir kenara ayırmıştım. Sonra nerden esti bilmiyorum. Bir bakalım derken sonuna geldim bir anda. Sen otur biz anlatıyoruz filmlerinden değil. İzleyen de biraz düşünsün, gri hücreler boşuna yer kaplamasın filmlerinden. Tarihe ve dine az bulunur objektiflikte bir bakış açısı. İzlensin.

Filmin kendisi gibi yayılışı da ilginç. İlk çıktığında çok sınırlı bir kesimde kalmış, sinemalarda doğru dürüst gösterilmemiş, pek kimse duymamış. Sonra biri filmin tanıtım dvd'sini korsan yoldan torrent sitelerine düşürünce kulaktan kulağa yayılıp tanınır olmuş, IMDB puanı tavan yapmış, kendi çapında bir fenomen olmuş. Hatta yönetmen filmi internete sızdıranlara teşekkür mektubu bile yazmış.

Thursday, April 9, 2009

Yuccanin hazin oykusu





Evvel zaman icinde bana hukmeden bir komutan vardi. Gel derdi gelirdim, git derdi giderdim. Bugun hava cok guzel ben kapali mekanda oturamam derdi, en guzel acik mekana gotururdum. Mangoda indirim var, sen iceride otur bekle derdi, magazanin ortasindaki koca kanepede benimle ayni kaderi paylasan zavallilarla beklesirdim.

Bir gun komutan is degistirdi. Ben de yeni isi hayirli olsun diye su yanda gordugunuz devasa agaci gonderdim. Ismi Yucca imis. Komutanin hosuna gitti ama kizdi biraz da. Getiren cocugu iceri salmamislar, o da kendi tasimis yukari koca acagi.

Aylar sonra komutanin yeni isyerinin baska bir yere tasinacagi tuttu. Yeni yer cok teknolojik filan oldugundan calisanlarin ciceklerine agaclarin izin yokmus. Komutan odunc olarak verdi Yuccasini bana. Ben de isyerinde masamin yanina yerlestirdim.

Sonra komutanla ayrildik. Komutan da ayrilmamizdan 6-7 ay sonra baska garnizona gitti zaten.

Lehman Brothers batti, AIG kurtarildi. Dolar 1,8 oldu. Hamdolsun kriz Tayyibi teget gecti. Filan derken... Yucca bugun bizim eve geldi.

Esselamün aleyküm ve rahmettullah

Her bordro mahkumunun hayatının bir döneminde çekeceği bela, boyun ağrısı. Dün boyun ağrısı şikayetiyle gittiğim hastanede, doktor şıppadank bildi: bilgisayarla fazla meşgul olmak. Yapma yau!?!

İleri safhalarında boyun kemiğinin düzleşmesi gibi bir durum ortaya çıkıyormuş. Neyse beni boynum hala eğriymiş. Bir tüp Voltaren ile internette rahatlıkla bulunabilen boyun egzersizlerinden verdi.

Wednesday, April 8, 2009

platonu da sevmem zaten


İbrahim Tatlıses gibi ne olsa salya sümük ağlayan, duygularının götürdüğü yere giden baba tarafıma hiç ama hiç çekmemişim. Aklımın iplerini salmam, duygularımla karar vermem. Bu yüzden zaman zaman pembe dizi tadına ulaşan ailemizde ufak bir Hulki Cevizoğlu rüzgarı estirmeme alıştılar. Olağan dışı şeyler de yaparım bolca, planlı asla değilim, ana göre karar değiştiririm. Ama öyle hissettiğim için değil, mantığım öyle buyurduğu içindir. Çoğu kişi hissizlikle ruhsuzlukla suçladı mamafih nafile. O yüzden de asla anlamadığım bir şey var: tek taraflı sevgi.

Önce meseleye mesafem futbol fanatizmiyle . Nasıl bu kadar sever ki insan hiçbir katkısı etkisi olmadığı bir şeyi. Yani ben saatlerce o topa ayağının bironda üç milim kenarıyla vursaydı diye tartışsam, defans oyuncusunun iç yan tendon bağlarındaki lezyonu araştırıp bu hafta oynayamayacak diye kendimi dağlasam, vay efendim sen nası bu maçı kazanamazsınız dersin diye birini doğrasam, sen bizim takıma laf ettin diye arkadaşımla kavga etsem takımıma katkım nedir? Sıfır. Yani televizyonunun başında höykürerek o maçı izleyen taraftarın takımına katkısı kocaman ve mutlak bir sıfır. O zaman başarıyı paylaşmak niye? Gol attık derken ben değil forvet attı o golü. Katkısı varsa kalan on kişinin, teknik elemenaların falan vardır. Öyleyse nasıl kazandık oluyor, ne yaptın ki sen. Kaldı ki insan nasıl bu kadar tek taraflı sevebilir ki? Senin hayatını ezberlediğin kariyerini başından takip ettiğin sakatlığıyla yıkıldığın attığı golle hopladığın aleyhinde konuşan arkadaşlarının sıtkını sıyırdığın o golcü senin patronun seni hergün düzenli olarak yağlı kazığa oturttuğunu, sevgilinin bu ayki muayyen döneminin gereğinden fazla uzadığını, ev kiranın kaç para olduğunu biliyor mu. Ya da bilse de zerre kadar umrunda olur mu. Yolda kıvranırken görse seni kafasını çevirmez mi? E sen manyak mısın o zaman?


daha fenası var, şarkıcı hayranları. tarkaaaaan diye üstünü başını paralayan ergenlerden bahsetmiyorum. onun zaten kulağından hormon damlıyor zavallım, yapabileceği en normal şey konserde histeri krizi geçirmek. Ben böyle kendini şarkıcıyla özdeşleştiren, hayatımda çok özel yeri var mikmik diye beynimi sevenlerden bahsediyorum. Onun şarkıları anlıyordur bir tek seni, yanlızken onun sesi destekliyordur falan fıstık. O zaman o şarkıcıyı değil şarkılarını seviyorsundur, şarkı söylediği kısım dışında hiç bilmediğin koca bir alan var, nasıl extrapolatele doldurursun ki orayı? Hiçbir anlam veremiyorum. Hele biri sezen aksu'dan "sezen çalıyordu radyoda" diye bahsedince, veya "okan'ın programını izledin mi" diyince güneş görmemiş yerlerimi ellemişler gibi oluyorum. Askerlik arkadaşı mübarek. Belki kameralar kapanınca burnunu karıştırıp masanın altına sürüyor ya da ağzını şapırdatarak yemek yiyor. Hiç tanımadığın ve seni hiç umursamayan birini bu kadar içselleştirmek pes doğrusu. Aynı futbolcu hesabı senin onu sevdiğinin onda biri kadar seviyor mu acaba "Şebnem" seni?

Aynı hislerim birebir aşık olup da açılamayan veya karşılık bulamayan ama yine de kıvrım kıvrım kıvrananlar için de geçerli ama o konuya pek giresim yok. Yine de ben seni sevilecek biri olarak görmüyorum diyen birine karşı nasıl hala aşk besler insan, bilemedim tabi. Bu arada Mecnun da Leyla'ya değil aşka aşıktı mealinde laflar edecekseniz yanlış blogdasınız zaten, sağ üstteki çarpıya tıklayıp gönül dostları şiir pınarı sitesini falan açın.

Biliyorum biliyorum, sanat eseri! :)




Tuesday, April 7, 2009

shiny

Ban Ki Moon dramı

Horatio'nun notu: Kanat'cıım yine döktürmüş!

Ban Ki Moon dramı

SIRADAN bir güne uyandım...

Köprü’den eylemciler sallanıyor, Yeşilköy’de havaalanı yakınlarındaki gösteri merkezi yanmakta.


Bir dolu lider, mesela Rasmussen İstanbul’da. Kolu kırık (veya çıkık, her neyse) vaziyette Medeniyetler İttifakı konuşmalarını dinliyor.

Mesela Obama, Melih Gökçek’le Anıtkabir’i ziyaret ediyor.

Dedim ya, sıradan bir gün!

Devamı:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11379035.asp?yazarid=25

Monday, April 6, 2009

Kaplumbaga Terbiyecisinin hazin oykusu

Sultan Abdulmecid doneminde Sadrazamlik yapan Ibrahim Ethem Pasanin oglu Osman Hamdi, hukuk ogrenimi gormek uzere Paris'e gonderilir. Istanbul'a donusunde ecnebi buyukelcilerin protokol isleriyle ugrasmak gorevine atanir. Bu gorev vesilesiyle katildigi davetlerden birinde guzel bir hanimla tanisir. Osman Hamdi, hanimin guzelligi ve zerafetinden oyle etkilenir ki gece gunduz onu duslemeye baslar. Bu guzel hanim da ona karsi bos degildir. O davetten sonra sik sik gorusmeye baslarlar.

Bulusmalardan birinde hatunun dogumgunun yaklastigini ogrenen Osman Hamdi, aska gelerek dogumgunu hediyesi olarak verilmek uzere bir resim yapmaya baslar. Bu resmi bitirdigi gunlerde guzel hanimla tekrar bir araya gelirler ancak bu kez hatun kisi kendisine karsi cok alakasiz davranmaktadir. Osman Hamdi bozulur ama belli etmez, baska bir bulusmaya saklar kendini. Maalesef sonraki bulusmalarda da durum degismez, hanimin ilgisi birdenbire kesilmistir. Osman Hamdi, Kaplumbaga Terbiyecisi adini verdigi bu eseri hoslandigi kadina veremez, evinin salonunun duvarina asar.

Not: Bu oykunun su anda bizim evin salonunda asili duran Kaplumbaga Terbiyecisi kopyasiyla hicbir ilgisi yoktur.

Sunday, April 5, 2009

anlamazdim anlamazdiiiim

koca filimdeki tek gercek karakter tarsustan gelen anneydi yaaaa....

maitred: i don't think i understand this , sir

Buyuk bulusma

Efendim benim yakin gelecek icin yaptigim planlar vesile oldu ve biz Herbert bey ile birlikte, Hafiye, Sovalye ve Duella ile bulustuk. Aslinda sevgili melontheroad da gelecekti ama dedesinin vefati uzerine apartopar Ankaraya gitti. (tekrar basiniz sagolsun).

Duella (Hanim!) kendilerini bekledigimiz gibi bulup bulmadigimizi sormustu. O zaman kendisinden tirstigim icin dogruyu soyleyememistim. Simdi cevaplar>>>>

Sovalye tam bekledigim gibi, kafaca uyustugum birisi cikti.
Hafiye bizi canli canli yiyecek diye beklerken kenarda oturup sessiz sakin kahvesini icti.
Duella ise beklentilere paralel olarak cok sey anlatti. ;)
Hepsi de okumus, efendi insanlarmis. Korkacak bir sey yokmus.


Soldan saga: Sovalye, Hafiye, Horatio, Herbert, Duella

Friday, March 20, 2009

petit



Monday, March 16, 2009

Annemi de alıp gidicem artık..

"Bunu siyasette bir genel başkan söyler mi? Bir politikacı söyler mi? Ama söylüyor. Ben de diyorum ki, tavsiye ediyorum; hiç olmazsa gece 12'den sonra yap bu işleri, çocuklar dinlemesin veya şifreli yayında yap çocuklar dinlemesin. Çocukların ahlakını bozuyorsun. Böyle küfürbaz siyaset olur mu yahu? Açık açık kendini deşifre etti, milletim bunu iyi tanısın, iyi tanısın ki kimin peşinde olduğunu anlasın. Bunu özellikle rica ediyorum ama bizim edebimizde, adabımızda, kültürümüzde, ahlak değerlerimizde bu yok. Ağız tadıyla küfür etmekmiş şuna bak yahu."

AKP Aydın Mitingi, 9 Mart 2009

Friday, March 13, 2009

3. nesil I-pod shuffle


Apple, yeni nesil aypod şafılını çıkarmış. Ben, bir önceki modeli alalı daha 2 ay olmuştu halbuki.

Barack Obama seçimden önce verdiği sözleri tutmuyor.
Verilen sözler için:
http://www.dailymotion.com/video/x4gkz8_barack-obama-on-the-late-show_fun

Wednesday, March 11, 2009

Monday, March 2, 2009

bir sinir törpüsü olarak ikea

Uzun uzun zaman önce, mevcut evimize yeni taşındığımız bir galakside, doğal olarak bir takım eksiklerimiz vardı. biz de her eli ekmek tutan genç gibi soluğu ikea'da aldık. hangi yemek takımı kişiliğimi tamamlar, hangi perde halımızla uyar diye ara tara bir sürü ıvır zıvır aldık. Ama hepsi aksesuar, raf vs. idi. En karmaşığı dümdüz bir tv sehpasıydı. Biri hariç. Cehennemden gelen, iblisin yuvasından çıkmış, fanilerin kanını ve sabrını tüketmek üzere dünyaya gönderilmiş şeytanın baş yardımcısı: aneboda şifonyer..


başta herşey güzeldi. iç çamaşırları, t-shirtler paşa paşa geçiniyorlardı atandıkları yerlerinde. ne bilirim ben aneboda denen iblisin katil bebek çaki gibi önce kendini sevdirme sonra iflahımı kesme merakında olduğunu. en beklemediğim anda hop iç çamaşırı çekmecesi sweatshirt çekmecesinin üstüne oturdu. 4 yıllık mühendislik eğitimi ilk defa bir işe yaradı, içten takılan vidayı dıştan sabitleyecek civata vermedikleri için, vidayı imanına kadar sıkmazsanız zamanla bağımsızlığını ilan ettiğini farkettim.

olur böyle vakalar diyerek yaradana sığınıp acı kuvvetimi tatbik ettim vidalara. hepsi gömüldü 3. sınıf suntaya çıkmamacasına. ben mutlu mesut hayatıma devam ederken aliye rona kılıklı aneboda başıma çoraplar örmeye devam ediyormuş, boyu devrilsin. bi sabah baktım en üst raf yerine mıhlanmış, öldüm allah açılmıyor. çeşitli inceleme ve araştırma çalışmaları sonucunda, kantinci sucuğu inceliğindeki alt tabakanın bel vererek alt rafa düştüğünü, bu sırada sıkışarak trafiği kitlediği sonucuna vardım. zihni sinir formülleriyle çıkardım alt tabakayı, ama reed richards kıvraklığında olmadığımdan yerine takmak için ölümüne sıktığım o vidaları sökmek gerekiyordu. bebek altı değişiştir özeniyle açtım o vidaları, yaptım bunu. altı tekrar yerleştirdim ve her tarafı sıktım özenle. o meşhur vidaları tekrar kanırttım yerlerine, fakat oyun hamurundan imal edildikleri için bu basınca daha fazla dayanamadılar ve tıp dilinde folloş dediğimiz hale kavuştular. bir zamanlar mutlu bir + bulunan vida başında artık bir o vardı. verilen mesaj basit ve açıktı, bu sefer girdim buraya ama bir daha çıkartman gerekirse david coperfield lazım olacak.

bitti mi, tabi ki hayır. aynı işlemi düzenli aralarla altı düşen diğer iki çekmece için yineledim. kendisinden artık hiç hoşlaşmasam da anebodanın sıkılmamış ve sıklaştırılmamış yeri kalmadı. maykıl ceksın bu kadar düzeltmemiştir sağını solunu.

asıl eşeğin genital organlarına su kaçırtan olay o kara perşembe günü değişti, cehennemin gazabı sunta olmuş üstüme yağıyordu adeta. en üst çekmecenin altı yine düştü. sonsuz denemeler sonucunda yalama olmuş vidanın en iyi çay kaşığı dibiyle açılabildiğini keşfettim. aklımdan kuru kafa yıldırım dinamit yumruk vs. geçerek alt tabakıyı yerine yerleştiriyordum ki o çıt sesiyle dünyam karardı, koskoca arka panel bi ufacık çıt sesiyle vida yerlerinden kırılıvermişti. hislerim ancak ailesi doğranmış maksimusunkilerle kıyaslanabilirdi.

aklımdan geçen ilk fikir bu şerefsiz aleti atıp yenisini almaktı ama eşek meftası ağırlığındaki mobilyayı ne yapsaydım, nerelere atsaydım. herşeyi olduğu gibi bırakıp kendimi attım dışarı. En son bu hafta sonu anebodaya yenilmeyeceğime karar verip gittim hırdavatcıya, kırılan şerefsiz arka panel için köşebent, durmadan kendini atan alt paneller için minik piyano menteşeleri, sümük kıvamına gelen vidaların yenilerini aldım. operasyon uzun ve kanlı geçti. fakat seri çekiç darbeleriyle anebodayı dize getirmiştim, aparkattan girdiğim tornavidayla son darbeyi indirdim. yenmiştim anebodayı, ADRİİAAAAAAAANNNN diye haykırmaktan alıkoymadım hiç kendimi. zafer benimdi


ya da bana öyle geliyordu...

çekmeceler bitmiş ve yerleşmişti, son işlem, son vida... derken o melun "çıt".

kayan ray olduğu gibi yerinden çıkmış, kaymasını sağlayan yağlı ufacık toplar iç çamaşırlarımın en ücra köşelerine kadar yayılmıştı.


tek bir şey diyebildim: pes

.

Tuesday, February 24, 2009

seviyorum işte

Kendimi bildim bileli lüzumsuz ıvırzıvıra meraklı oldum. Çocukken ev birincilik telleriyle doluydu. Ne işe yaradığı belli olmayan alet edevat hepsi çekmecelerde yığılı duruyor. Seviyorum tek bardaklık mikserleri, müzikli şişe açacaklarını, powerbalları, pilsiz bakır tel sargılı el fenerlerini, hangi çıkıntının fikri olduğu belli olmayan işlevsiz zamazingoları. İşte o yüzden benim disneylandım tchibo.

İlk açıldığından beri her temasına uğramaya çalışırım, kullanacağım belli olmayan ıvır zıvıra bir ton para veririm. Kayak boyunluğu da aldım buradan, boy yastığı da tırnak makası da. Horatio da önünden geçerken mutlaka gireceğimizi kabullenmiş durumda, paşa paşa o tarafa çark ediyor.

Efenim tchibo online satışa başlamış, sonra vay efendim niye söylemedin diye gelmeyin bana. Eski temaların ürünleri genelde, bu da adres: http://www.tchibo.com.tr

Kaygılarımla



.

Monday, February 23, 2009

Oscar

Slumdog'a ödül veren akademi üyesi! Sana da çok teşekkür ederim, sana da çok teşekkür ederim. Benim için Oscar bitmiştir, bi daha da gelmem Kodak Tiyatrosuna!

Şaka değil

-Allah rızası için 100 YTL, Allah rızası için 100 YTL, benim adım Fatih.
-Benim adım da Recep Tayyip Erdoğan.
-Ben sizi çok seviyorum, Allah da sizi sevsin, 100 YTL, 100 YTL!
-YTL değil TL (para verilir)

Friday, February 20, 2009

Isyanim var!

O seni Facebook'tan poke eder, sen cepten ararsin. O status update'den sadece ikinizin anlayabilecegi ozlu bir durum yazar. Sen cebine mesaj atarsin. O senin BlackBerry'ne e-mail gonderir, sen onun Outlook'una e-mail gonderirsin. Facebook'tan mesaj yollar, sen geri cevap yazarsin. Yoruldum ulan. Telefonun sadece telefon oldugu donemlere donelim lutfen.

Thursday, February 19, 2009

Repertuarlardan çıkması gereken şarkılar

Geçtiğimiz hafta kadim dostum Herbert ile Beyoğlundaydık. Biraz canlı müzik dinleyelim de keyfimiz yerine gelsin dedik. Ancak gittiğimiz yerdeki kardeşlerin repertuarları öyle bilindik, öyle eskimiş şarkılardan oluşuyordu ki keyfimiz kaçtı. Bu arada biz niye bara oturmamıştık sahiden?

İşte repertuarlardan çıkması gereken şarkılar listesi (volume 1):
  • Losing my religion
  • One of us
  • Ain't no sunshine
  • wonderful tonight
  • let it be
  • boat on the river
  • lady darbanville
  • hotel california
  • knockin' on heavens

Monday, February 16, 2009

Obituary

Ecnebi yayınlarda çok beğendiğim bir gelenek var: "Obituary" yazmak. Türkçeye "Anma Sütunu" diye çevrilebilir sanırım. Bizde olmaması büyük eksiklik. Obituary, yakınlarda vefat etmiş bir kişi hakkında bilgiler verip onun toplumun geniş kesimlerince tanınmasını sağlıyor. Yaşamında hangi işleri başarmış, topluma ne katkıları olmuş, neden saygı duyulması gereken bir kişilikmiş? Bunların hepsi bu sütunda anlatılıp ölen kişi saygıyla anılıyor.
Bugün bunu bana hatırlatan şemsiyelerimizde yazan isim: Celal Birsen. Bulunduğu araç, son günlerde İstanbul'a yağan aşırı yağmurdan sonra yolda oluşan su birinkitisi nedeniyle kontrolden çıkmış, şoförüyle birlikte hayatını kaybetmiş Celal Birsen. Şemsiye işini bu kadar büyütebilmesi nedeniyle kendisine hep bir sempatim vardı. Arkasından obituary yazacak kadar bilgim olmasa da saygıyla anıyorum.

Friday, February 13, 2009

!f

Bu akşam Beyoğlu Emek Sinemasında !f film festivali kapsamında Slumdog Millionaire filminin galası var. Günler öncesinden tarihler işaretlendi, biletler alındı filan. Türk seyircisinin bu filmle sinemada ilk buluşması olacak. O açıdan önemli. Yalnız IMDB'de filmin diğer ülkelerdeki gösterim tarihlerine bakınca insan bir tuhaf oluyor. Festival gösterimlerini bir kenara bırakırsak, Amerika ve Kanada'da 12 Kasım'da, İtalya'da 5 Aralık'ta, Avrupa'nın büyük bir kısmında Ocak'ta gösterime girmiş. Biz festival kapsamında bile ancak 13 Şubat'ta izleyebiliriz, resmi gösterim 27'sinde.

Thursday, February 12, 2009

Mutluluğun 10001 tanımı #50741

Mutluluk, en sıkıldığınız anda yakın bir arkadaştan gelen telefondur.

Yağmur

Dışarıda pıtır pıtır yağmur yağsın ki ben penceremin kenarında sıcak çikolatamı yudumlayıp işlerimi yaparken usul usul seyredeyim.

Fonda: Atomic Kitten - Whole Again

Tuesday, February 10, 2009

smirting

Efenim yeni çıkmış bu kavram. Daha doğrusu, kapalı mekanlarda sigarayı yasaklayan ülkelerde çoktan almış başını yürümüş esasen. Sigara içen bu şahıslar artık kibritçi kız gibi kapı önünde titre-çek-titre-çek egzersizlerine tabi olduklarından, acı çekenlerin kardeşliği gibi bir yakınlaşma içine girmektelermiş. Bu kapı önü dumanlı seanslar ister istemez "sizi ilk defa gördüm buraya sık gelir misiniz", "yokyok bu kadar güzel bi yüzü unutmam mümkün değil", "üşüyorsunuz çeketimi alın", "yıldızlar yanınızda sönük kaldı" gibi bayağının bayağısı replikler için de bir festival ortamı olmuş.


Normalde pek işe yaramayan bu kancalar bu ortamda katalize oluyorlar tabi. Sebep? Aidiyet ihtiyacı. Aynı altgrubun üyesi olma yakınlığı, "sigara içmeyen süt kuzuları içeride elim sende oynarken, biz ezilen kardeşler omuzomuza mabadımızı donduruyoruz, kahrolsun yeşilay" kollektivizmi.

Sadece bar kapıları değil, işyerlerinde de okul kantini kesişmelerini anımsatan ortamlar yaratmış smirting, az önce şahit oldum. Bu insanlar gaz odası dediğimiz sigara içilen ayrılmış bölümlerde bu kadar kızışmazdı, açık hava, bol oksijen zihinleri açtı herhalde. Birleşmek isteyene smirting bahane, o ayrı.

Kişisel gelişim kitapları

Kitapevlerinin bu bölümünden hiç kitap almışlığım olmadı, pardon oldu, ama onlar bu yazının konusu olan kitaplardan değil. Doğan Cüceloğlu, Üstün Dökmen, Acar Baltaş filan okudum ben de tabii. Hele Acar Baltaş'ın "Üstün Başarı" kitabı benim için bir efsanedir.

Bir de Sır, 100% düşünce gücü, 2 dakikada evet dedirtin gibi gerzek isimlerle satılan kitaplar var. İşte bunlar bi bota yaramayacağını düşündüğüm kitaplar. Ama kader bendenizi bu kitaplardan medet umacak hale düşürdü. Şimdi harıl harıl bu iğrenç kitaplardan birini okuyorum, işe yarayıp yaramadığını göreceğiz bakalım.

Friday, February 6, 2009

hole in my soul

Böyle bir bitti ama nasıl bitti hissiyatı, yani ne oldu şimdi burukluğu. Godot ile karşılaşınca ne der ki insan..


.

Wednesday, February 4, 2009

Olmaz! Van minüt!

Tuesday, February 3, 2009

Van minüüüüüüüüüt olmaz! Reloaded

Haftasonu yapacak pek işim yoktu, kanepeden koltuğa sonra tekrar kanepeye, oradan pufa sonra halıya sonra içerdeki kanepeye yattım durdum. Televizyonu ne zaman açsam kahraman Başbakanımızın Davos'ta sergilediği tavır ve davranışlar tartışılıyordu. Bunlar yetmemiş olacak ki 1 saat 8 dakika süren panelin tamamını YouTube'dan izledim.

5 melyona aldığımız monitör kablosuyla evdeki televizyonu dev bir bilgisayar ekranına çevirebiliyoruz neyse ki. Ses sistemini de bilgisayara connect edince YouTube home theater oluyur.

Panelden çıkardığım notlar:
  • Ban-ki-mun sakin ama etkileyici bir konuşma yapmış.
  • Sonra söz verilen Mr.Prime Minister her zamanki üslubuyla daha önce söylediklerini tekrarlamış.
  • Amr Musa Mr.PM'den daha heyecanlı bir şekilde yine İsrail'i suçlayan ve İsrail'in barışa yanaşmadığından bahseden şeyler söylemiş.
  • 3 konuşmacı da İsrail'e yüklenince Şimon Peres'in tepesi atmış, gayet yüksek sesle ve konuşmanın çoğunda Mr.PM'e hitaben ve parmağını savurarak konuşmuş.
  • Panel yöneticisi Ignatius, Amr Musa'dan süreyi öne sürerek konuşmasını bitirmesini istemesine rağmen Peres'e böyle bir müdahalede bulunmamış.
  • Peres'in konuşmasının ardından haksızlık edildiğini düşünen Mr.PM "van minüüüt olmaz!" diyerek araya girmiş.
Tüm bunları izledikten sonra şu kanılara vardım. Yönetici gerçekten süre konusunda çok dengesiz davranmış. Mr.PM yerinde bir çıkış yapmış, ama bunu bilindik Kasımpaşalı tavırlarıyla yapması hiç hoş olmamış. Bir de kendini kaybedip "siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" demesi yakışık almamış. Neyse ki tercüman o kısmı sadece "you are killing people" diye çevirdi. Ancak Peres'e cevap vermesi ve toplantıyı terk etmesi bence yapılması gerekendi ve yapıldı da.

Ha 7 yıldır Başbakanlık yapan birinin halen İngilizceyi van minüt eksküz mi seviyesinde bilmesi çok vahim. Bir de bizim bu Filistin-İsrail savaşında diğer tüm ülkelerden daha fazla Filistin savunucusu olmamız ne kadar doğru bilmiyorum. Kraldan çok kralcılık genlerimizde var zaten. Ama en önemlisi şimdiye kadar ülkemizi ilgilendiren ve bundan çok daha ağır tepki verilmesi gereken konularda Kasımpaşalı PM'in sessiz kalırken ülkeyi doğrudan ilgilendirmeyen bir konuda tüm dünyaya hava atması yaklaşan yerel seçimlere hazırlıktan başka bir şeye hizmet etmiyor tabii ki.


Monday, February 2, 2009

badi

Bok gibi bir günden sonra insanın beklenmedik bir şekilde taze fasulye, elle yapılmış krep ve limon-tuz-tekila üçlüsüyle karşılanması: paha biçilmez.

Thursday, January 29, 2009

BBC Bastards

Günlük haberleri hangi kanallardan takip ediyorsunuz bilmiyorum ama internetten haber okuyorsanız BBC News'e abone olmanızı tavsiye ederim. Bir haberin her detayını benim gibi etraflıca öğrenmek isteyen psikopatlar için bire bir. 2 hafta önce New York'ta Hudson nehrine acil iniş yapan uçak haberini ele alalım.

Haberin kendisi:

Airbus crashes in New York river

http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/7832191.stm

Fotoğrafları:

In pictures: New York plane crash

http://news.bbc.co.uk/2/hi/in_pictures/7832256.stm

Uydu fotoğrafları:

Satellite map: New York plane crash


http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/7833025.stm

Kaptanın özgeçmişi:

Profile: Captain Chesley Sullenberger


http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/7832642.stm


Kuşların bir uçağı nasıl düşürdüğü:

How birds can bring down a plane


http://news.bbc.co.uk/2/hi/in_pictures/7832256.stm

Bir uçağın suya nasıl iniş yaptığı:

How do you land a plane on water?

http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/magazine/7833317.stm

Oha demek istiyorum sayın okuyucular.

Wednesday, January 28, 2009

jet lag


Ayranımız yok içmeye haykırışlarındaki amarikalı işadamlarının jetle gideriz taharete merakı neymiş böyle. Senatodan harpazı yiyen araba üreticilerinden sonra, nolur kredi verin çoluk çocuk evde aç serzenişlerindeki citi group'da 50 milyon dolara yeni jet alıyormuş. Obama çok fena çekmiş kulaklarını.
Jet fadıl zamanının ötesinde adammış da kıymetini bilmemişiz.

Tuesday, January 27, 2009

Where's Wally?

Cumhurbaşkanlığı internet sitesine interaktif bir bölüm eklenmiş: Cumhurbaşkanımız nerede?
Harita Google Maps altyapısını kullandığı için Kıbrıs tek bir ülke olarak gösteriliyor. Konu her türlü yoruma açık.

Monday, January 26, 2009

Gertrude Bell

Gertrude Bell isimli İngiliz teyzemiz 1905 yılından başlayarak Orta Doğu'yu karış karış dolaşmış. Gerty, anılarını günlüğüne kaydetmiş, gezdiği yerleri fotoğraflamış. 1.Dünya Savaşı öncesinde ajanlık yaptığı da söyleniyor. Yıllar sonra bu günlükler ve fotoğrafları http://www.gerty.ncl.ac.uk/ adresinden ulaşılabilir hale getirmişler.

Şimdi hikayenin beni ilgilendiren kısmına gelelim. Efendim, Gerty Mersin civarlarında da gezmiş bir süre. Hatta bir akşam neredeyse bizim sokakta konaklamış bile diyebilirim. Aralık'ta Mersin'e gittiğimde kardeşimle bazı fotoğraflar çekmiştik. Meğerse aynı fotoğrafları 103 sene önce Gerty benzer açılardan çekmiş.

Kanlıdivane antik kentindeki bir anıtmezar:
Aynı yerin 2008'deki hali:Bu da bir kilise:
2008:

Sunday, January 25, 2009

tell the girls we are back in town..


herbert ve horatio blog alemine geri döndü. umarım hocam dersi blog yapalım kadar özel olur burası da. o zaman çalsın davullar içki su gibi aksın.
nerde kalmıştık?